Araştırma Merkezleri Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Yayın Barınma hakkı ve “Tüccarlığı”(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2024) Erşahin Soltekin, Esra Nur“Yasalara uygun yapılan kötülükler, yasalara ay- kırı yapılan kötülüklerden daha çok” diyor Antigone, Kemal Demirel’in kaleme aldığı oyunda. Bakışını realiteye çeviren bir “kişi” ise, bu tür “hukuk içi-etik dışı” örneklerin bin bir türlüsüne rast gelebiliyor. Bir deprem sırasında ilk çökecek yerlerden kabul edilen balkonların, 1.5 metreye kadar ‘kon- sol’/‘çıkma’ olarak tasarlanabileceğine ilişkin madde her ne kadar Plânlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde yer alsa da, bu durum ‘yumuşak kat’ oluşmasına önayak olduğu için, yaşanan depremlerden sonra pek çok binanın zemin katlarının çöktüğü ve o sırada binadan kaçmak üzere giriş kapısına yönelen insanları yuttuğu görülüyor. Böyle olaylara “kurban gitmek” istemeyenler ise, kiralayacakları ya da satın alacakları bir daire ararken, eğimli bir arsa üzerine bitişik nizamda inşa edilmiş binaların “birbirlerine destek olduklarını” söyleyerek depreme karşı daha dayanıklı durumda olduklarını belirtenler ya da böyle bir yalan uyduranlar karşısında, kendilerine de neyime dayalı bazı ölçütler belirlemek zorunda kalıyor. Bunlardan en dikkat çekeni, o binada, binayı yaptıran kişinin binanın müteahhidinin (yüklenicisinin) ya da toprak sahibinin oturup oturmaması oluyor. Çünkü varsayılıyor ki, bir kişi en azından kendi canını hiçe saymaz ve kendisinin de yaşayacağı bir yeri yaptırırken “malzemeden çalmaz”. Bir müteahhidin, yaptırdığı binada kendisi ya da herhangi bir yakını/tanıdığı yaşamayacağı için usulsüzlük yapmaktan çekinmediği durumlarda, söz konusu kişinin gözünde o bina yalnızca bir araç, onun yatırım aracı, sermayesini katlamasının bir aracı oluyor. Hal böyle olunca, “kişilerin yüzlerinin silinmesi” olgusuyla karşı karşıya kalınıyor: Beşiğinde uyuyan bir bebek, kardeşiyle oynayan bir çocuk ya da ders çalışan bir genç, yok sayılıyor; onların yaşayacağı konut başka bir ifadeyle, her birinin barınma hakkı, cebine daha fazla para girmesini amaçlayan tarafların pazarlık masasına seriliyor ve bir tür ticaret başlıyor. Bu amaçla eylemde bulunulduğunda ise müteahhitlik, insanların “barınma hakkının tüccarlığı” olmaktan öteye gidemiyor. Dahası bu “tüccar”ların, yaptırdıkları binalarda ‘şantiye şefi’ olarak görevlendirilecek mimarların imzalarını satın almaya çalıştıkları; en acısı da, bir mimarın mimarlığın ne olduğunu ve mimar olarak sorumluluğunu bilmeyen bir mimarın bunu kabul ettiği ve hiç denetlemediği bir binanın “usulüne uygun yapıldığının altına imzasını attığı görülüyor.Yayın “Yoksul ve dar gelirli kitlelere öncelik tanımak gerek”(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2024) Keleş, RuşenDur durak bilmeksizin inşa edilen onca konuta rağmen, dünya üzerinde bir milyara yakın insanın başını sokacak bir evi yok. Oysa barınma hakkı, temel insan haklarından biri. Ankara Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ruşen Keleş, bu sorunun temelindeki asıl nedenin gelir dağılımındaki dengesizlik, ödeme güçlüğü ve yoksulluk olduğuna dikkat çekiyor. İnsanların insanca yaşayabilecekleri yaşam ortamlarının oluşturulmasında başrolü oynayan mimar, mühendis ve kent plancılarının görevlerinin gereğini hakkıyla yerine getirmeleri gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Ruşen Keleş ile temel insan haklarından biri olan barınma hakkını ve barınma sorununu konuştuk.Yayın Sağlık hakkıyla ilgisinde barınma hakkı(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2024) İpekyüz, NecdetEtik ilkeler olan insan hakları, insanla ilgili bazı gerekleri dile getirirler. Her bir insan tekini kapsayan bu gerekler, insanın değerini tanıma ve koruma istemleri olarak, yani insanları yalnızca insan oldukları için koruma istemleri olarak ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından tanımlanan sağlık hakkı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 25. maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir: “Herkesin, kendisi ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbî bakım hakkı vardır.” Uluslararası Sağlığı Geliştirme Konferansı başlığı altında, 1986 yılında Ottawa’da toplanan DSÖ, Ottawa Bildirgesini yayınlayarak, sağlığın ön koşullarını barış, barınak, eğitim, gıda, gelir, tutarlı bir ekosistem, sürdürülebilir kaynaklar, sosyal adalet ve hakkaniyet olarak belirtmiştir. Bu önkoşullar olmadan sağlık hakkından söz edilemez, çünkü bunlar sağlığa ulaşmak, sağlıklı bir yaşam sürmek için vazgeçilemez önkoşullardır. DSÖ, 2014 yılında sağlığı ırk, din, dil, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum ayırımı gözetmeksizin, doğuştan kazanılan temel hak olarak tanımlamış ve hükümetleri halklarının sağlığından sorumlu tutmuştur. Sağlık hakkı, diğer haklarla birlikte bir bütün oluşturan insan hakları arasında yer alır. Ottawa Bildirgesinde tanımlanan sağlığın temel unsurları, sağlık hakkına bütünlüklü yaklaşım için dikkate alınmalıdır.Yayın Barınma hakkının çok bileşenli niteliği üzerine bir değerlendirme ve öneri(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2024) Kurtarır, ErhanBarınma olgusu, kullanım değerinden, değişim değerine ve sembolik değerine kadar insanlık tarihi boyunca değişen anlamı ve niteliği açısından her dönem önemini koruyan konular arasında yer almıştır. Konut şüphesiz kimliğin oluşması ve belirlenmesinde başat role sahip olan önemli bir mekânsal göstergedir. Din veya siyaset de dahil olmak üzere toplumsal açıdan da kimliğimizin katmanlarını oluşturan çoğu kültürel değer de kamusal alana taşınmadan önce “özel” alanlarda ve özellikle evlerde ortaya çıkmıştır. Bu açıdan, kültürel kimliğin önemli bir göstergesi olan “mekân”ın en özgün ve özgür olabilen biçimi de kuşkusuz “ev”dir. Kültür coğrafyası açısından bireylerin ve toplulukların kimlik mekânları olarak tarif edilebilen “konut”un bir ihtiyaç ve daha da önemlisi yaşamsal bir hak alanı olarak tarif edilmesi de bu yüzden çok doğaldır.Yayın Geleceğin yaşanılabilir kentleri için barınma hakkı: Denge ve sürdürülebilirlik(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2024) Ramazanoğulları Turgut, SırmaGünümüz kentlerinde kentleşme hızla artarken insanların karşı karşıya kaldığı pek çok sorun da bu yüzyılın ajandasında en üst sıralarda yer almaktadır. Bugünkü durumda yaklaşık yüzde 55’i kentlerde yaşayan dünya nüfusunun, 2050’de yüzde 68 olması bekleniyor. Bu da gittikçe artan sayıda nüfusun yaşadığı toplumsal, kültürel, ekonomik ve fiziksel dönüşüm ve değişimin odağı olan kentlere ve kentlerin insan sağlığı üzerine olan etkilerine odaklanmamızı ve süreci doğru yönetmemizi zorunlu kılıyor. Yaşam kalitesini artırmak güvenli ve sürdürülebilir bir gelecek sağlamak insanlığın önde gelen hedefidir. Bu bağlamda “barınma hakkı” kavramı da çözülmesi gereken bir problematik olarak gündemdedir. Barınma hakkı, sadece bir ev sahibi olma ya da bir çatı altına sığınma olarak kabul edilemez. Bu kavram, aynı zamanda insan onuruna yakışır, çağdaş, güvenli, sağlıklı ve uygun koşullarda yaşama hakkını içerir. Geleceğin yaşanılabilir kentleri için bu kavramı değerlendirmek, dengeli bir kentleşme modeli oluşturmak ve herkes için erişilebilir konut sağlamak açısından kritik öneme sahiptir. Barınma hakkı, uluslararası insan hakları hukuku kapsamında önemli bir konudur ve çeşitli uluslararası anlaşmalar tarafından korunmaktadır. Bu hakkın temelinde yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, her bireyin yaşamak için güvenli, sağlıklı ve insanca bir çevrede barınma hakkına sahip olduğu düşüncesi yatar.Yayın “Haklar ve özgürlükler” mi, yoksa “… Özgürlüğü hakkı mı?”(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2024) Kuçuradi, İoannaİnsan hakları konusunda konuşulanlarda/yazılanlarda, genellikle “haklar ve özgürlükler” ifadesi kullanılıyor. Oysa İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde “… özgürlüğü hakkı” ifadesi kullanılıyor. Örneğin Bildirgenin 18. maddesinde “Her insan düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir” denmekte, 19. maddesinde de “Her insan kanaat ile ifade özgürlüğü hakkına sahiptir” ifadesi kullanılmakta; bu özgürlüklerin herbirinin ise bir hak sayıldığı görünmektedir. Özgürlüklerin bu farklı şekillerde anlaşılmasının yarattığı sonuçları görebilmek için, önce ‘hak’ teriminin anlamına, sonra da ‘özgürlük’ teriminin anlamlarına bakmamız uygun olur. Platon’un on “kitap”tan oluşan Politeia’sının birinci kitabında Sokrates’in “herbirine borçlu olanı/ona muhakkak verilmesi gerekenleri vermek” şeklinde yaptığı adalet tanımından hareketle, ‘hak’kın herbirine gösterilmesi gereken ve herbirinin başkalarına göstermesi gereken “muamele”yi imlediğini söylemek mümkün. Buna ek olarak ‘özgürlük’ teriminin bu bağlamdaki anlamına bakarak, yani ‘antropolojik özgürlük’ ve ‘etik özgürlük’ dediğim özgürlüklerden farklı, ancak en yaygın anlaşılma biçimi olan “başkalarına zarar vermeden istediğini yapmak” anlamında ‘özgürlüğü’ ya da “toplumsal özgürlüğü”, yani temel kişi haklarını koruma talebinin bir ülkede gerektirdiklerini yerine getirmeyi anlarsak; bir ülkede çıkarılan yasaların, kurulan kurumların ve kamu kuruluşlarının, o ülkenin koşullarında bütün yurttaşlarına temel haklarını onurlu bir yaşamı sağlayabilecek bir şekilde koruma olanağını sağlamak olur.Yayın Felsefî-etik temelli insan hakları bilgisinin görmemizi sağladıkları(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Varol, Damla SabihaBen bir felsefe öğretmeniyim ve lisans eğitimim için felsefe bölümünü bilinçli bir şekilde, ilgi duyduğum bir alan olduğu için tercih ettim. Kendimi bildim bileli meraklı biriyim ve çocukluğumdan beri evrene, varoluşumuza, insan varlığı olarak geçirdiğimiz evrimsel süreçlere ve medeniyetin kadim dönemlerine ilgi duydum. Asırlar boyunca insanın, tüm bu olan bitenleri, doğayı ve kendi varoluşunu anlamlandırma çabasıyla sorduğu sorular üzerine düşünmeyi çok değerli buldum. Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Yüksek Lisans Programını tercih etmemin nedeni de bu eğitimin felsefî-etik bir temelde veriliyor olmasıydı. Bu eğitim sırasında felsefî antropoloji yaklaşımını temele alan bakış açısı sayesinde günümüzün insan hakları problemlerini fark ederken, değerlendirirken ve temel hakların neler olması gerektiğini belirlerken, bu bağlamda yeterince düşünmediğim ölçütler üzerine yoğunlaştım. Örneğin, insan yapısını anlamak konusunda benim çok önemli bulduğum ve ilgi duyduğum sinirbilimle felsefe arasındaki disiplinler arası ilişkinin ürünü olan nörofelsefe alanında edindiğim ve edineceğim bilgileri, insan hakları sorunlarını ve günümüzde temel hak olarak talep edilenleri değerlendirirken kullanabileceğim bir yol yordam kazandım.Yayın İnsan haklarıyla boğuşmak(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Öztürk, Mertİnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 75. yılında, yaşamakta olduğumuz dünyaya baktığımızda, insan hakları için pek olumlu şeyler gördüğümüzü söylemek mümkün olmayacaktır. Özellikle Filistin halkına yapılan saldırılar, Türkiye’de idam cezasının siyasilerce tartışmaya açılması, temel hakların ihlaline ilişkin karar veren Anayasa Mahkemesinin kararının başka yargıçlarca hiçe sayılabiliyor olması bunun bazı örnekleridir. Tüm bunların yanında, insan haklarının ne olduğuna ve nasıl savunulması gerektiğine ilişkin bir bilgi eksikliğinin de tüm bu sorunlarda anahtar bir yeri olduğu düşüncesindeyim. Neden insan hakları bilgisine ulaşmak istiyoruz ve ulaşırsak bu bilgi neyi değiştirecek? İnsan hakları eğitimi bize neler sağlayabildi ya da sağlayabilir? Bu konuda ben biraz daha şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü hem insan haklarının formel, yani insan hakları hukuku dediğimiz şekliyle hem de insan haklarının felsefî temellerini kapsayan bir eğitim alma şansım oldu. Hukuk fakültelerinde seçmeli bir dersten ibaret olan insan hakları, her zaman sözleşmeler üzerinde, insan haklarının temel kavramları olan insan ve insan onuru gibi kavramlardan uzak, önlemenin değil, tazminat yoluyla gidermenin öne çıkarıldığı bir eğitimle anlatılmaktadır. Bu sebeple de felsefî temelli insan hakları eğitiminin, önceden öğrendiğim şeyleri kısmen yıkarak yeniden öğrenmeme, kısmen de öncesinden öğrendiğim ama temeli olmayan bu bilgileri temellendirmeme yardımcı olduğunu bugün baktığımda görebiliyorum. Bence felsefî temelli insan hakları eğitiminin en önemli noktası budur.Yayın İnsan hakları eğitiminin hekime görmeyi sağladıkları(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Hamidi, Aziz Ahmadİnsan Hakları Yüksek Lisans programına başladığımda, hastanede meslektaşlarımdan ve mesai arkadaşlarımdan farklı tepkiler almıştım. Hekimlerin genellikle bu gibi eğitimlerin hukuk fakültesi mezunlarıyla ilgili bir eğitim olduğunu düşündüklerini gördüm. Örneğin, “Sen hukukçu değilsin ki” şeklinde bir geri dönüş almıştım. Bir diğer olumsuz tepki de, umutsuzlukla birlikte olan bir tür bıkkınlık halini açıklayan “dünyada insan hakları mı var sanki? Bu kadar ihlal varken sen mi kurtaracaksın insanları?” şeklindeki ifadelerdi. Peki, hekimlik ve insan hakları arasında bir ilişki var mıdır? Yanıt “elbette ki evet” şeklinde olacaktır. İnsan hakları fikri, gündelik yaşamımızla ilgili olduğu gibi, bütün meslekler ve disiplinlerle ilişkili bir fikirdir. Başka bir deyişle karşılaştığımız tüm yaşam durumlarında insan haklarını koruyucu bir duruş sergilememiz gerekmektedir. Hekimlik mesleği ise, bana göre, diğer mesleklerden de daha fazla insan hakları ile içiçedir. Çünkü olağanüstü haller (savaş, deprem, salgın vb.) dahil her durumda, doğrudan insanla temasta olan bir meslektir. Hekimler sıklıkla insan hakları ihlallerinin tanığı durumundadır. Hekim, mesleğinin icrası sırasında insan hakları ihlalleriyle karşılaştığında, değer koruyucu bir duruş sergileyebilir ve ihlale devam edilmesini durdurabilir. Ancak hekim dikkat etmezse, ihlalin farkına da varamayabilir; bazen insan hakkı ihlali olduğunu fark edemeden ihlal eylemine katılabilir veya doğrudan uygulayıcısı da olabilir. Bu nedenle hekimlerin felsefî-etik temelli insan hakları bilgisine sahip olması büyük önem taşıyor. Hekimler, insan onuru kavramını içselleştirmiş olmalı ve doğru değerlendirme bilgisine sahip olmalıdır. Böylece karşılaştığı her tek durumda doğru değerlendirme yapabilmeli ve değer koruyucu biçimde davranış sergileyebilmelidir.Yayın Bir problemin varlığı: Erken çocukluk döneminde eğitim hakkı(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Bayam Yıldırım, HaticeCOVID-19 pandemisinin başladığı 2020 yılında, birçoğumuz ekran başındaydık ve olan bitenleri şaşkınlık içerisinde izliyor, her gün yeni bir belirsizlikle karşı karşıya kalıyorduk. Eğitim öğretime, 16 Mart 2020’de bir hafta ara verilmesinin ardından, bu süreye gelen yeni uzatmalarla, okullarda eğitimin yüz yüze devam etmesi belirsiz bir hal almıştı. Hızlı bir şekilde çevrimiçi eğitim olanağı değerlendirildi ve 24 Mart 2020 tarihinden itibaren uzaktan eğitime geçiş yapıldı. Birçok öğretmenin ilk kez deneyimlediği çevrimiçi eğitim ortamı, alışılagelmiş sınıf ortamından daha farklı bir yapıdaydı. Çevrimiçi ortam teknolojik altyapı/ekipman ile teknoloji bilgisi de gerektiriyordu. Bir kısım yeni nesil öğretmen genel olarak bu olanaklara sahipken, klasik öğretim metotlarının dışına çıkamamış öğretmenler açısından zorlayıcı bir durumdu. Öğrencilerin çevrimiçi derslere katılabilmesi için de teknolojik altyapı ve ekipmanın sağlanması gerekliydi. Bununla birlikte öğrencilerin yaşları küçüldükçe, bu teknolojik aletlerin kullanımı açısından da bir ebeveyne bağlılık durumu söz konusu oluyordu. Bu koşullar, ekonomik düzeyi düşük aileler açısından sağlanması zor koşullardı. Dolayısıyla öğretmenlerin teknoloji becerileri ile ailelerin ekonomik durumları, çocukların çevrimiçi eğitimden faydalanabilme olanakları bağlamında belirleyici etkenler oldu. Yeterli teknolojik cihaza sahip olamayan çok çocuklu aileler aynı saate ders konması halinde kimin çevrimiçi derse bağlanacağı konusunda, çocukları arasında seçim yapmak zorunda kaldı. Bu seçimlerde de genelde ilk vazgeçilen, okul öncesi eğitimi kademesiydi. Bu dönemde yaşadıklarım, öğrencilerimin derslere gelmek isteyip gelemeyişi, ailelerin teknolojik yeterli donanıma sahip olamadıkları için çevrimiçi derse bağlanamamaları, özel okul öncesi eğitim kurumları yüzyüze faaliyete başlarken, devlet okullarının kapalı kalması gibi durumlar, benim bu durumu sorgulamama ve “ne yapılabilirdi?”, “ne yapılması gerekirdi?” gibi soruları kendime sormama neden oldu. Aslında aradığım, yaşanılan sorunların altında yatan nedeni anlamak, bu doğrultuda da en azından eğitim-öğretim özelinde çözüm ne olabilirdi, onu bulmaktı.Yayın Yeni teknolojiler bağlamında insan haklarını yeniden düşünmek(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Çobansoy Hızel, Gökçeİnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin kabulünün 75. yılını kutladığımız (!) bu yılda, dünyadaki somut yaşananlar, insan hakları açısından kat ettiğimiz yol hakkında derin üzüntü ve şüphe uyandırsa da yeni teknolojilerle ilgisi bağlamında insan hakları ve etik kavramlarının sıkça dile getirilmesi ufacık da olsa umudun yeşermesine vesile olmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilân edildiği yılda ya da insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerin imzalanmasını izleyen yıllarda, internet teknolojisi henüz hayatımızda yer edinmiş, bugün kullanılan yapay zekâ kavramı henüz ortaya atılmış değildir. 1950’li yıllarda yapay zekânın, 1980’lı yıllarda internetin ve sonrasında teknolojide katlanarak artan gelişmelerin akabinde, insan haklarında mevcut sorunların yanı sıra teknolojinin getirdiği olanak ve riskler de daha çok konuşulmaya başlanmış bulunmaktadır. Bugün dillere pelesenk olan yapay zekâ teknolojisi bir kez daha etik ve insan hakları üzerine hepimizi düşünmeye sevk etmekte, hatta yapay zekâ algoritmaları ile birleştirilen nöroteknolojiler insan kavramı üzerinde tartışmaları alevlendirmektedir. Yapay zekâ ve nöroteknolojiler gibi hızla gelişen teknolojilerin, hem ekonomik hem de sosyo-kültürel açıdan dönüştürücü etkileri bulunduğu yadsınamaz bir gerçektir, ancak bu teknolojiler, geliştiricileri insanlar olduğu için, insanlar arasında var olan etik sorunlara ayna tutmakta, hatta etkilerini daha da fazlalaştırarak bizlere yansıtmaktadır. Bir başka deyişle bugün “yapay zekânın etik sorunları” olarak bahsedilen durumlar, görmeyi bilir ve istersek, aslında insanlar arasındaki etik sorunları adeta gözümüze sokmaktadır. Örneğin, Amazon’un işe alım algoritmalarında kadına karşı ayırımcılık, esasen Amazon ve hatta teknoloji sektöründe, kadın çalışanların bugüne kadar uğradığı ayırımcılığı adeta gözler önüne sermekte, aynı şekilde, benzer koşulları taşısalar bile siyahî ve diğer beyaz olmayan kişilerin kredi taleplerinin beyazlara göre yüzde 80 ihtimalle reddedilmesi de ırk ayrımcılığına ilişkin mevcut sorunlarımızı yansıtmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün olsa da, belirtmek gerekir ki yapay zekânın yol açtığı ileri sürülen insan hakları ihlalleri ve riskleri, aslında insan yapımı algoritma ve teknolojilerin değil, bizzat insanların yol açtığı sorunlar olmaktadır.Yayın Bildirgenin 75. Yılında İnsan Hakları(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Çotuksöken, Betülİnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 75. yılında insan hakları bağlamında dünya ve Türkiye ölçeğinde nerede olduğumuzu olabildiğince anlamaya çalışmanın temel bir ödevimiz olduğunu düşünebiliriz. Bu 75 yılı üç çeyreğe ayıracak olursak, bu zaman diliminde bir bakıma insanlık olarak ideal ya da ideale yakın bir duruş sergilemenin adımları olarak neler yapıldığını anımsamanın yararlı olacağını ileri sürebiliriz. Daha baştan şöyle bir belirleme yapabiliriz: İnsanın olup bitenler ya da durumlar karşısındaki duruşlarından biri olarak insan haklarının doğrudan davranışlarımızla, eylemlerimizle ve ilişkilerimizle bağlantılı olduğunu da belirtebiliriz, hatta belirtmek zorundayız. İnsanın, her zaman yinelediğimiz gibi, birey-kişi-yurttaş-ağdaş olarak, gerek düşünme, gerek bilme, gerekse de eyleme ya da yapıp etme çerçevesinde seçeneklerinin ikiliği içinde barındırdığını hesaba katarak bu belirlemeyi yaptığımızı özellikle belirtmek istiyorum. Her birimiz içinde yer aldıklarımız ya da tanıklık ettiklerimiz karşısında geliştirdiğimiz duruşları dile yansıttığımızda söz konusu dili ya bildirme kipi üzerinden işlevsel kılarız, bildirsel nitelikli bir söylem oluştururuz ya da çoğun dilek, istek, koşul, gereklilik ya da ödev ağırlıklı olmak üzere dili söylemleştiririz. Tam da bu noktada insan hakları dediğimiz, içinde özellikle etik değerleri barındıran, etik değerlere dayalı olan ilkeler toplamını gereklilikler bağlamında dikkate alırız. Bu ilkeler eylemlerimize gereklilik olarak kılavuzluk ederler. Bildirsellik ve gereklilik arasında yer alan özneler olarak kendimizle ve başkalarıyla, ötekilerle, başka şeylerle, başka varolanlarla her türlü karşılaşmamızda insan haklarının ilke olarak her birimize kılavuzluk etmesinin çoğun kendiliğinden olmadığını deneyimlerimiz aracılığıyla biliyoruz. Davranışlarımızı, eylemlerimizi, ilişkilerimizi insan hakları ilkeleriyle gerçekleştirmemizin yolunun çeşitli biçimlerdeki öğrenmelerden geçtiğini de belirtmemiz doğru olacaktır. Bu bağlamda olsa olsa yatkınlıklardan söz edilebilir, ancak insan haklarının her ne kadar karşılığının, çıkış noktalarının temelde bizde, her birimizde olduğunu saptasak bile, arada olanlar olarak, söz konusu hakların doğal duruşumuzu eksiksiz bir biçimde temsil ettiğini, nitelediğini ileri süremeyiz. İnsan dünyasında olup bitenler bu ileri sürüşün güçlü kanıtları ve/veya tanıkları olarak ortada duruyor. İnsan hakları konusundaki sistemli-etkili-sürekli bir eğitime gereksinimimizin olduğu açık; tam bir kesintisizlik, günümüzdeki yaygın bir deyişle sürdürülebilirlik içinde insan haklarını gündemimizde tutmamız, sürekli olarak anımsatmamız gerekiyor.Yayın “Altın Kural” mı? “Kesin Buyruk” mu?(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Kuçuradi, İoannaEtikle uğraşan çevrelerde yaygın bir kabule göre, “ahlâklı” yaşamanın ana kuralı “altın kural” olarak adlandırılan kuraldır: “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma!” kuralı. Kasım ayı içinde bir gazetede Deniz Kilislioğlu’nun bir yazısı küçük kızları “karşı taraf”ın iki canlı bombası ve bir asker tarafından öldürülmüş biri Filistinli biri de İsrailli iki baba hakkındaki “Ya toprağı ya mezarı paylaşacağız” başlıklı önemli yazısı çıkmıştı. Bu yazıda belirtildiği üzere, 1997 yılında, Kudüs’te, iki canlı bomba saldırısında, bu babalardan birinin 14 yaşındaki kızı öldürülmüş, 2017 yılında da İsrail sınır polisi diğer babanın 10 yaşındaki kızını okulu önünde öldürmüştü. Bu iki baba “ya toprağı ya mezarı paylaşacağız” diyerek, “Barış Savaşçıları” adlı bir dernek kurmuş, İsrailliler ile Filistinlilerin “konuşabilmeleri” için çalışıyorlar. Bu yazıyı okuyunca, sık sık karıştırılan “altın kural” ile Kant’ın yaptığı “ödevden dolayı” ve “ödeve uygun” eylemler arasındaki farka, bu iki babanın örneğinde dikkat çekmek ve farklı niyetlerle yapılan bu iki eylem türünden hareketle, bugün yanı başımızda olup biten günümüzün bu büyük ayıbına “altın kural”la bakmak ile Kant’ın “buyrukları”yla bakmak arasındaki farkı hatırlatmayı düşündüm.Yayın “Güvenli yapılarda oturmak en temel insan hakkıdır”(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Gökçe, Cemal6 Şubat depremiyle birlikte, depreme ne kadar hazırlıksız olduğumuzu bir kez daha gördük, ülkece dev bir enkazın altında kaldık. Oysa insanların ölümüne neden olan deprem, sel, heyelan, hortum gibi doğa olayları değil, bizzat kendisi de bir insan olan mimar, mühendis, müteahhit, işçi, imar iznini onaylayan yetkili. Yani doğanın insanı cezalandırmak gibi bir amacı yok. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Önceki Dönem Genel Başkanı Cemal Gökçe ile deprem gerçeğini, yapılarımızın neden yıkıldığını, bir insan olarak mimar/mühendis/şehir plancısının sorumluluğunun ne olduğunu ve etik bilginin önemini konuştuk.Yayın Felsefeye dayanan insan hakları eğitiminin hukuk eğitiminden farkı üzerine(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Çiftçi, Hasan BasriHukuk alanında verilen eğitim, başka şeylerin yanında, genellikle, belli bir düşünme tarzının nasıl kullanılacağını öğretmeyi hedefler. Hukuk eğitiminde, hukukun konusuna giren bir olayın değerlendirilmesi için, büyük oranda, öğrencinin aynı yolu kullanması salık verilir. Önceden belirlenmiş, kişilerin geneline uygulanabilir ve sürekli nitelikteki bir kuralın, belli bir anda yaşanmış, tek tek kişilerin içinde bulunduğu, özel bir duruma nasıl uygulanacağı öğrenciye gösterilir. Buna “altlama” (subsumtion) faaliyeti denir. Buna göre, önce, sayılan nitelikleri taşıyan kuralların nerede olduğu, ne anlama geldiği veya gelebileceği kapsamlı bir şekilde açıklanır. Daha sonra, öğrencinin, öğrendiği yola göre arayıp bulduğu kural ile önündeki olayın bağlantısını kurması beklenir. Burada öğrencinin, o olayın, kendisine o kuralın uygulanmasını gerektiren bir olay olduğunu tespit etmesi gerekir. Bunu başardıktan sonra, öğrenci o olaya o kuralı uygular ve sonuca ulaşır. Öğrenci, hukuk alanındaki eğitimini tamamlayıp hâkim, avukat veya savcı olduğunda da bu faaliyeti tekrar eder. Felsefeye dayanan insan hakları eğitimiyse, başka şeylerin yanında, öncelikle, felsefenin temel bir sorusunun insan hakları için sorulmasını öğretmeyi hedefler. Bu soru “nedir?” sorusudur: İnsan nedir, hak nedir, insan hakları nedir? Bu sorulara yanıt verilmeden, belli bir durumda insan haklarını korumak için ne yapılacağı bilinemez. İlk soruya, yani “insan nedir?” sorusuna yanıt vermek için, insan haklarının antropolojik temellerine bakmak gerekir. Buna bakıldığında, insanı onun varlık yapısıyla ve koşullarıyla bağlantısında görmek mümkün olabilir. İnsanın bilen, yapıp eden, bu yapıp etmelerini önceden gören ve belirleyen, bunları ideleştiren, konuşan, isteyen, çalışan, eğiten ve eğitilebilen, inanan, devlet kuran, sanatın yaratıcısı olan bir varlık olduğu böylece görülebilir. Ona varlıktaki yerini, diğer bir deyişle, onu diğer canlılardan ayıran özelliğini sağlayanın ne olduğu buradan çıkarılabilir. Böylece, insan haklarını öğrenmeye, insanın neliğinden ve onun değerinden başlanır. İkinci soruya, yani “hak nedir?” sorusuna yanıt vermek için de, yine insandan hareket etmek gerekir. Bir şeyin hak olması, insanın değerinden, yani ona varlıktaki yerini sağlayan olanaklarına ilişkin bilgiden hareketle saptanabilir. İnsan olanaklarının gerçekleşme koşullarının bilgisi, bir şeyin hak olduğunu tespit etmeye yarar. Bu koşulların sağlanması, her tek kişinin kendisine ve diğer insanlara borçlu olduğu bir şeydir. Böylece, üçüncü soruya, yani “insan hakları nedir?” sorusuna da yanıt vermenin yolu açılır. Bu kısa metinde, ancak zamana yayılı ve özel bir dikkati gerektiren birçok didiklemeyle cevaplanabilecek bu soruları tartışmayı amaçlamıyorum. Burada göstermeye çalıştığım, eğitimde izlenen yol açısından, hukuk eğitimiyle felsefeye dayanan insan hakları eğitimi arasında önemli bir farklılık olduğudur. Hukuk eğitiminde, öğrenci, bir insan hakkının çiğnendiği bir durumla karşılaştığında nereye bakması gerektiğini öğrenir. Sözgelimi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önündeki bir olayda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin olaya uygulanabilecek maddesini bulması ve hukukta yoruma ilişkin öğrendiği bir yola göre bu maddeyi uygulaması gerektiğini bilip buna göre hareket eder. Önceden belirlenmiş, kişilerin geneline uygulanabilir ve sürekli nitelikteki bir kural, kural o olduğu ve hukuksal yorum onu gerektirdiği için o olaya uygulanır. Felsefeye dayanan insan hakları eğitimindeyse, genellikle, öğrenci önce yaptığı şeyin ne olduğu- nu, ne anlama geldiğini öğrenir. Bunu, bir kuralın yazılı metninden veya sözlü ifadesinden değil, öncelikle insanın ve içinde bulunduğu durumun kendisinden hareketle yapar. Sonra, karşılaştığı o tek olayın nasıl değerlendirileceğini, değerlendirmenin doğru olan bir yolundan geçerek saptar ve buna göre bir değerlendirme yapar.Yayın Depremler ve mimarların yaşama hakkını koruma sorumluluğu(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Erşahin Soltekin, Esra Nur“Herkes yüksek mimar, mühendis Bir sen kaldın alçak mimar, ey Sinan Usta!” Cemal Süreya. Neredeyse herkesin dilinde olan bir şeydir, mimarın tek bir imzasıyla, çok para kazanabileceği. Mimarlığın çok ilgi gören bir meslek olmasında göz ardı edilemeyecek bir etkisi olsa gerek, bu imza atma gücünün. Öyle ki, bu güç ile büyülenen pek çok mimar, attığı imzaların sayısıyla kendi başarısını ölçer ve meslekteki yerini bu sayıya göre belirler. Peki, mimarın imzası, aslında ne anlama gelir? İmza olarak adlandırılan bu karmaşık çizgiler, mimarın ilgili projeden sorumlu olduğunun işareti olarak kabul edilir. Daha açık bir ifadeyle söylenecek olursa, bir mimar imza attığında, “İlgili yapıda teknik açıdan gerekenlerin sağlanması konusunda ben sorumluyum” demiş oluyor. Bu noktada, mimarın sorumluluğunun ne olduğunu söyleyebilmek için, ilk olarak, sorumluluk kavramını araştırmak gerekir. Bu çalışmada, Kuçuradi’nin Etik’inin “Kendiyle İlişkisinde Kişi” bölümünden faydalanıldığından, sonraki paragrafların daha iyi anlaşılması için, önce onun ‘değer’, ‘değerler’ ve ‘değer yargıları’ kavramları arasında yaptığı ayrıma kısaca değinmek yerinde olacaktır.Yayın Natura Ludens(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Çotuksöken, BetülFriedrich Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe adlı yapıtında Herakleitos’un felsefi söyleminde yer alan kimi düşünceleri şöyle yorumlar: “Bu evrende, oluş ile yok olma, yapma ile yıkma, hep aynı suçsuzluk içinde ve işin içine ahlak bakımından sorumluluk katılmamak üzere, yalnız sanatçı ve çocuğun oyunlarında vardır. Çocuk ile sanatçı, nasıl oynuyorlarsa, ölümsüz ve canlı ateş de öyle oynuyor; suçsuz olarak kuruyor ve bozuyor, yıkıyor. Bu oyunu ateş kendisi ile oynuyor. Bir çocuğun deniz kenarında kum yığını yapması gibi, su toprağı yığıyor ve dağıtıyor; zaman zaman oyuna yeniden başlıyor. (…) Böylece suç işlemek isteği değil, yeni yeni oynanan oyunlar güdüsü, başka başka evrenleri hayata kavuşturuyor.” Doğa, her zaman olduğu gibi, 17 Ağustos’ta da kendi saflığı içinde oyununu oynuyordu; yoksa biz insanları ‘cezalandırmak’ gibi bir amacı yoktu. Doğa, kendi iç işleyişi içinde, kendi dinamikleri içinde yapılması gerekeni yapar. Ancak doğanın işleyişini anlamlandıran insan, her türlü olup biteni büyük ölçüde kendine ulaşan sonuçları, etkileri bakımından değerlendirir ve çoğu zaman da alınan sonuçlardan kendini değil, tam tersine, doğayı sorumlu tutmaya çalışır. İnsanın doğa ile olan ilişkilerinde benimsemesi gereken birinci ilke, doğayı ne ise o olarak yorumlamaya, an- lamaya ilişkin olmalıdır. Renaissance’tan beri de üzerinde durulan bu değil mi? Bu noktada insan, Francis Bacon’ın dediği gibi davranmalı; doğanın hizmetkârı ve yorumlayıcısı olmalıdır: homo minister et interpres. Doğaya yönelen insanın başarı kazanabilmesi için, olup bitenleri bağlantılı bir biçimde değerlendirmesi neredeyse bir zorunluluktur. Bağlantılı düşünmeyi içselleştirebilmiş insanlar ancak doğayı anlayabilir ve gerektiği gibi yorumlayabilirler.Yayın Bilmediklerimizin farkında olmak(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2023) Kuçuradi, İoannaÜniversitemizin İnsan Hakları Programında okuyan, deprem bölgesinden bir öğrencimiz anlattı: Yıktırmayı gerektirecek şekilde hasar görmüş evi için, ilgili merciden bu konudaki belgeyi almaya gidince, çocukluk arkadaşı olan görevli, ona “iyilik olsun diye”, evinin yıkılmayı gerektirecek derecede hasar görmediğine ilişkin belge vermesini önerdi. Öğrencimiz şaşkınlık içinde böyle bir belge istemediğini, evinin durumunu doğru bildiren bir belge vermesini istediğini söyleyince de, bu defa görevli şaşkınlık içinde kaldı. Ayrıca, öğrencimiz, o evde yaşayan ailesinin bütün fertlerinin de ona kızdığını söyledi. Bu olay, cehaletin “iyi niyetli” insanların bile neleri yapmalarına yol açabileceğine tipik bir örnek olarak görünüyor. Üstelik, birçok insanın, yalnızca kendileri için yararlı olanın değil, çıkarlarının da farkında olmadıklarını gösteriyor “iyi niyetli” görevlinin durumunda olduğu gibi. Ayrıca bu olay ve yaşadığımız başka birçok olay örneğin Irak Savaşında Ebu Gureyb Cezaevinde Amerikalı kadın askerin Iraklı esire yaptığı ve mahkemeye çıkarıldığında pişman olmadığını söylediği muamele aynı zamanda böyle kişilerin kendi çıkarlarını da bilmediğini, köküne kadar bir etik değer cehaletini gösteriyor. Bu tür olaylar, yaklaşık 25 yüzyıl önce Sokrates’in “neyi bilmediğimi biliyorum” sözünün önemini bize hatırlatıyorYayın “İnsan hakları, hukuk ve adaletin tek adresidir”(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2022) İlkiz, FikretAvukat Fikret İlkiz, 45 yıldır hakları ihlal edilenlerin haklarını savunmaya, onların sesi olmaya devam ediyor. 1977’den beri hak, hukuk ve adalet mücadelesini aralıksız sürdüren İlkiz, dünyanın neresinde olursa olsun, hukuk ve adaletin tek adresinin insan hakları olduğuna vurgu yapıyor. “Hukuk ve adaleti insan hakları üretmelidir. 45 yılın bana öğrettiği budur ve hâlâ öğrenciyim” diyen İlkiz ile adil bir devletin nasıl mümkün kılınabileceği üzerine konuştuk, Türkiye’de hukuku yeniden düşündük, genç hukukçuların yasamada etkili olabilmesinin yolları üzerine kafa yorduk, Dezenformasyon Yasasını ve basın özgürlüğünü sorguladık.Yayın Yapay zeka, Kant’ın aydınlanma görüşü ve antropolojik özgürlük fenomeni üzerine(T.C.Maltepe Üniversitesi, 2022) Çobansoy Hızel, Gökçeİnsanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğu olmadan kullanamaması eleştirisinin, Kant tarafından yapılmasının üzerinden neredeyse 250 yıla yakın bir zaman geçmesine ve o günden bugüne bilim dünyasında sayısız ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, Kant’ın bu eleştirisinin halen büyük ölçüde geçerli olması, aydınlanmaya giden yolda ne kadar mesafe kat ettiğimize ilişkin hayal kırıklığı yaratmaktadır. İnsanlık bir yandan kendisi gibi düşünen, kendisini taklit eden mekanizmalar oluşturmaya çalışırken bir yandan da oluşturduğu bu mekanizma ve gelişmiş teknolojilerle, türün gerçek üyelerinin, tek tek kişilerin, insansal olanaklarını özellikle aklını özgürce kullanma olanağını ellerinden almakta, deyim yerindeyse insanları robotlaştırırken robotları insanlaştırmaya çalışmaktadır. 2016 yılında ABD seçimlerinde oy kullanan milyonlarca seçmen ya da bunların bir kısmı oylarını kendi akıllarını kullanarak verdiklerini pek tabiî ki ileri sürebilse de, 2018 yılında patlak veren Cambridge Analytica Skandalı durumun pek de öyle olmadığını ortaya koymaktadır.